27 Şubat 2010 Cumartesi

gökten bir elma düşmüş...

bir cumartesi daha geldi ve yine hava kapalı, başbaşayız, iki kişilik haftasonlarına devam...
elma yedi, kalanını yedim, yeni dişinin şerefine dans ettik, saklambaç oynadık terledik,
dünden sonra keyifler gıcır tabi, hiçbişey olmamış ama herşey durulmuş gibi.
hafif yağmur çiseliyo ama biz yemekten sonra dışarı çıkmaya karar verdik.
iyi haftasonları hepinize, öptük sardık sevgiyle...

26 Şubat 2010 Cuma

beni soran olursa işteyim...

hayat sürekli bişeyleri erteleyerek, öteleyerek, öyle ya da böyle devam ediyor.
hızına yetişmek içinse her seferinde daha çabuk hareket etmek gerekiyor...
varolan işlerle uğraşırken bir de yeni gelenleri var, hem de gümbür gümbür.
içine girmeden, hala vakit varken, kenarından kıyısından da olsa bir gün kaçmak istedim.
birgün de olsa eve işteyim, işe de evdeyim dedim ve kaçtım...

ama önce minik adamın gecikmiş aşısını vurdurmak için Alev teyzesine götürmemiz gerekiyordu.
muayene gayet iyi geçti, minik adamın kilosu, boyu, gelişimi gayet normalmiş, wuuhuu;)
aşısını yaptırır yaptırmaz hemen kendimizi dışarı attık...
hava koşulları ne olursa olsun daha evden çıkmadan sahilde vakit geçirip,
denize taş atma kararı vermiştik bile....
yağmursuz, rüzgarsız, çokta soğuk olmayan tertemiz bir cuma sabahını kumsalda geçirdik...

nefes alıp verdim, kendime geldim, nefis deniz havasını içime çektim....
ceplerimi midye kabukları ve taşlarla doldurdum...
bol bol fotoğraf çektim, yaşadığım mutluluğu tekrar tekrar hatırlamak için...
ellerimi, ayakkabılarımı kumladım...

sonrasında minik adamı eve, sevgilimi ofise bırakıp kendimi Kadıköy sokaklarına attım...
antikacıları gezdim, başım ağrıdı çay içtim...
yeni aldığım aynayı süslemek için mini ganimetler aldım...
Juvekız ile buluşup ona tatlıları yedirip, muhabbet edip, bide üstüne ısmarladığı mochayı götürdüm,
minik adama sulu boya, kendime ahşap boyası aldım, bişeyler var yine aklımda...
birkaç yeni sürpriz için malzeme topladım...
...
ben, evet sadece ben, günün büyük bir kısmında kafama göre takılıp, çoook şey yaptım...

25 Şubat 2010 Perşembe

2k in 1...

Khaled Hosseini 'nin ikinci kitabı Bin Muhteşem Güneş...

Yazarın okuduğum ilk kitabı, aslında Uçurtma Avcısı ile başlasam daha iyi olucaktı ama filmini izledikten sonra okumaya cesaret edemediğim için ikinci kitabı ile başlamayı tercih ettim.

Kitap, harami Meryem' in şehirden uzakta küçük derme çatma bir kulübede babası Celil' in onu ziyaret edeceği günü beklerken geçirdiği günler ile başlar. Birgün beklemekten sıkılan Meryem, babasına gitmeye karar verince olaylarda başlamış oluyor. İlerleyen zamalarda Meryem' in yolu, kardeşleri iç savaşa katılınca depresyona giren annenin ve üniversite hocası babanın kızı Leyla ile kesişir. Leyla, kaybettiği aşkın yenilgisiyle Meryem' e sığınır ve bu iki kadın ilk başta anlaşamamalarına rağmen sonrasında savaşa, bombalara, yokluğa, açlığa, dayağa birlikte dayanmaya çalışırlar.

Vatanları sürekli başka ülkelerin işgali altında yaşayan insanların dramı bu sefer iki kadının gözünden anlatılmış. Okudukça ağladım, okudukça şükrettim. Yazar, dostluğu, aşkı, insanlığı, özlemi çok güzel anlatmış anlatmasına da, olmasaydı dediğim bir nokta var o da; tüm bu işgaller sonrasında gelen amerikan işgalinin çok sevinçle karşılanması, acaba herkes böyle mi düşünüyor sorusu takıldı aklıma? Takarım ben öyle ama bana bakmayın siz, son söz olarak mutlaka okuyun...

Audrey Niffenegger' in ilk romanı Zaman Yolcusunun Karısı. Önce bu yazıyı okudum, içime merak tohumları ekildi bir kere, sonra da arka kapağına bir göz attım "son zamanlarda aşk romanı yazılmıyor diyenlere" cümlesini üstüme alındım ve başladım okumaya...

Değişik bir kitaptı gerçekten, ilk 80 sayfasında kitaba dahil olamadım, ortalarını uçarcasına okudum son 50 sayfasına gelince de bitmesin istedim. Azıcık konusundan bahsedersem, Henry, genetik olan rahatsızlığından dolayı zamanda yolculuk etmektedir, bu yolculuklarından birisinde Claire ile tanışır. Claire, geçmiş ve gelecek arasında gidip gelen Henry'nin tek gerçeği olur. Aralarında çok hoş bir bağ olan bu çiftin yaşadıklarını anlatan kitabın kurgusu öyle bildiğimiz zaman yolcusu hikayelerinin kurgusundan biraz daha farklı. Çok detay vermek istemiyorum ama güzel bir döngü var kitabın içerisinde.

Kitabın
filmi çekildi bile, izlemeden önce bitirdim rahat rahat izleyebilirim artık. Eğer ilk seksen sayfasını atlatabilirseniz severek okursunuz diye düşünüyorum.

Bir süre minik adam ile ilgili kitaplar okumaya karar verdim. Aklımda bikaç tane, elimde de bikaç tane var. Hepsi birbirinden güzel, anlatıcam, şimdilik Nilo kaçar ;)

23 Şubat 2010 Salı

enteresan bir iş bu...

bilgisayar başına üniversitenin ilk yıllarında oturan kuşaktanım ben, internete cızırtıyla bağlananlardan.
o zamanların chat siteleri, bir elin beş parmağını geçmezdi, en azından benim bildiklerim o kadardı.
biri icq ki benim listemde 3 arkadaşım vardı bir diğeri de mirc bir kelime bile yazmadığım.
benim arkadaşlık anlayışıma uymayan bi muhabbet durumu bu, bende bu konuda mantık biraz düz çalışır(dı).
arkadaş dediğin dost dediğin, gördüğün, bildiğin, elini uzattığında dokunduğun en kötü bir telefon mesafesinde olan kişidir,
diye düşünen ben, bu blog sayesinde aslında ne kadar da yanılmışım onu anladım bir kez daha...
.
Füsun' cum, sizi her düşündüğümde aklıma gelen ilk düşünce "bu kadın bizi iyi ki bulmuş" oluyor.
yazını okuduktan sonra da yine aynı şeyi düşündüm ve hediyelerimizi beğenmenize çok sevindim.
bol gülücüklü, sevgi dolu, aşk dolu, mutlu fotoğraflarınız olsun, çerçeveler yetmesin...
iyi ki o yorumu bırakmışsın, sayesinde hayatımda ilk defa netten bir arkadaşım var, hem de en kralından;)
hep diyorum yine diyorum, sizi bekliyorum ;)

meraklısına minik not: resimdeki hamiş kişi Nilo' nun ta kendisidir...

22 Şubat 2010 Pazartesi

5a+5b

hareketli bir haftadan sonra cumartesi sabahı acıkta olsa uyusaydık güzel olucaktı.
ama minik adam 7.30 kalkmaya karar vermeseydi saat dokuzu bulmadan kahvaltımızı bitirmiş olmayacaktık.
aslında oyun grubu buluşması için çok iyi oldu diye düşünmüştüm, erken kalkan erken öğlen uykusuna yatar dimi?
yanıldım tabi, minik tosbom tüm çabalarıma rağmen uyumadı
ve dalgınlığıma gelip sehpanın üzerine bıraktığım sabah kahvemi beyaz halımın üzerine boca etti.
sildim ama hala leke duruyor, akşam yine denicem bana şans dileyin...

minik adamla tosun kuş Efe ve annesi ile buluştuktan sonra boncuk gözlü Derin ve annesi bize katıldı.
3 anne, 3 kuş yola çıktık, arabada halimizi görenler çok gülmüşlerdir eminim.
bitanesi akrobatik hareketler yaparak annesini emmeye çalışırken diğeri yeni uyanmanın verdiği enerjiyle şarkı söylüyordu.
bu arada anneler müzik dinleyip sohbet ediyor, tüm bu hareketin ortasında gün içinde uyumayan minik adam da uyukluyordu.
narin kuzu Eylül ve annesi de diğer arabayla bize katıldılar, konvoy halinde yollara düştük.
ve kazasız belasız Zeynep ve Ömer'in annesi Nihan' a ulaşabildik :)

Ömer herzaman ki gibi ağzı var dili yok modundaydı ama yine her türlü hareketin içinde yer aldı.
oturunca Elmo kadar boyu olan küçük dev ayakta tek başına durmaya başlamış, yakında hepsine taş çıkartır.
Ömer' in ablası Zeynep biraz rahatsız olduğu için annesi tarafından ufak bir komploya kurban gittiği için aramızda değildi.
yavru kuşa babası ile alışverişten dönerken rastladık, bizi görünce çok şaşırdı, eminim annesinin başının etini yemiştir:)
elma yanaklı Eylül' de malesef bu toplantıya katılamadı, O'nu ve annesini bir daha ki sefere bekliyoruz.

arabalarda indikten sonra yanımıza yanaşan tatlı kedi hepsini çok sevindirdi,
kediden korkan annesine inat minik adam tam bir kedi hastası, günlerce anlatır şimdi o kediciği...

son resimdende görüleceği üzere beş afacan evin altını üstüne getirdiler, mayın tarlası gibi oyuncaktı ev.
özellikle yastıklarda ve perdelerde minik adamın katkısı çok büyük, onlarla oynamaya bayılıyor.
büyümeye başladıkça hepsi ayrı bir afacan olmuş, bence bu iyi günlerimiz :)
bu zamana kadar ki tüm toplantılarda daha rahat oturur hatta keyif kahvelerimizi bile içerdik,
bu seferki biraz oyuncak kavgalı, biraz aç, biraz uykusuz, bir de ev kazalı geçti...
.
Nihan'cım, ellerine sağlık herşey çok güzeldi, hele ki nohutlu kek süperdi, vericem tarifini...
Hepinizi görmek çok iyi geldi, bir daha ki sefere bendeyiz, bekliyorum ;)

17 Şubat 2010 Çarşamba

ebe sobe...

aklımda çok şeyler var bu aralar, durmadan bir yerlerden kendime işler çıkartıyorum,
geçen hafta perdelerle bakışıyoruz demiştim ya bu hafta minik adamın odasının duvarlarıyla bakışıyoruz.
istediklerimi nasıl yapabileceğimi önce okumam lazım, bir öğreneyim ki uygulayayım hemen.
aa bide enteresan bir kitap aldım bu hafta, çocuklarda sanat eğitimi üzerine, güzel gidiyor, bakalım.
kitabın da etkisiyle sürprizlerimizi renklendirdik, minik adamın el izi ile imzalı kartlar hazırladık.
sonrasında boyalara kapıldık, çerçevelik bir serbest çalışmamız var artık, benim yuvarlaklarım onunsa parmak izleriyle süslü.
kartlarımızın bir kısmı yola çıktı, minik bir hediye ile kalan kısmı da yarın yola çıkacak...

.
bu hafta bir de gönlü zengin, tatlı bir annenin bloğuna konuk olduk, merak ediyorsanız bir göz atın derim ben.
bir anne daha var, ki arkadaşlığından çok keyif aldığım, Füsun'cum, sobelemiş beni, kendimle ilgili 7 ilginç noktayı anlatmam için...
hadi bakalım;

* nick olarak Nilo'yu kullanıyorum çünkü bu isim gerçek isminin bir başka dilde kısaltılmışı yani düşünülenin aksine ismim Nilay yada Nil değil:)

* ani kararlar vermem, enine boyuna düşünmeden adım atmam. Özellikle önemli kararlar verirken tüm olası sonuçlarını değerlendirip ona göre davranırım. Amaaann ne olucak canımcılık hiç bana göre değildir.

* çok dedim aslında takıntılıyımdır diye, düzen ve simetri rahatsızlığım var. Aynı eşyayı gün içerisinde kaç kere yerine koyduğumu bile sayarım bazen. Kapıdan çıkarken bile ev dağınık olmayacak yoksa kafam orda kalır. Huyumu çok iyi bildiğim için başkalarına bulaşmıyorum ama hayatı kendime baya zorlaştırıyorum.

* çölyak hastasıyım. değişik bir hastalık, buğday, yulaf, arpa ve çavdar içeren hiçbirşeyi -börek, pasta, pizza, makarna, ekmek, kek, birçok çikolata, bisküvi vb- yiyemiyorum. sebebine gelince çoğunlukla genetik deniyor ama bana doğumdan sonra teşhis kondu. geçici mi derseniz hayır değil malesef, tek tedavisi ömür boyu bu ürünleri tüketmemek. alıştım ama, ilk başlarda çok zorlanırken şimdi çok daha iyiyim. tek tesellim minik adamın gayet iyi olması :)

* arabalara düşkünümdür, hızlı ve çevik arabaları severim. ayrıca araba kullanmaktan çok keyif alırım, düşünün İstanbul'da bile. genelde ve malesef "bir bayana göre" çokiyi araba kullandığım söylenir, valla ben onların yalancısıyım:) ben anneme, minik adam da bana çekmiş bu konuda...

* renk olarak pembeyi hiç sevmem, kendime yakıştıramıyorum ama birgün mini mini parmaklı bir kızım olursa onu pembelere boğucam, kafasına da kelebekli tokalar takıcam.

* gerçekleştirmek istediğim enteresan gezi planlarım vardır: bir süre yaylada yaşamak, minik adam beş yaşına geldiğinde Tibet' e gitmek, sıkı bir NBA maçını canlı canlı izlemek ilk aklıma gelenler...

tamaam, şimdi sobeleme sırası bana geldi, and the sobe goes to Çilli, Juve ve Melike...

14 Şubat 2010 Pazar

küçük dört...


teşekkür ederim, sen olduğun için, benim olduğun için, minik adam için,
bu mutluluk daim olsun....

bu ne kadar keyifli bir işmiş yahu...

cuma akşamı saat 11 de evde olunca -bu sefer keyiften değil çalışmaktan :(- tüm haftanın yorgunluğuyla yine uyku tutmadı tabi.
sevgilimle televizyon karşısında takıldık biraz, sanki Carrie' nin maceralarını bilmiyormuşuz gibi tekrar bölümlerini izlemeye başladık.
kesmedi, uyku öncesi harika bir kitap bitirdim, tavsiye edicem ama bekleyen postlardan yer açmam lazım.
tüm bunların etkisiyle cumartesi sürünerek kalktım tabi, sevgilimin hazırladığı leziz kahvaltıyı mideye indirdim.
sürprizlerim var demiştim ya, minik adamla malzeme alışverişine çıktık, ilk adım olarakta hep istediğim parmak boyalarından aldık.

kutuları açıp masanın üstüne koyarken beyaz halı ve koltuklarımın 10 dakika sonraki halinden korkmuyor değildim,
düşündüğüm kadar kötü olmadı, onlar yerine makinam ve üstüm boyandı biraz ama o da olsun artık ;)
parmağını kutuya daldırıp boyadıktan sonra uzun uzun inceledi önce, sonra da tadına bakmaya çalıştı.
biraz serbest çalışma yaptıktan sonra sürprizlerimiz için hazırlık yaptık.
minik adamın ananesini de eğlencemize katıldı, suratındaki kızılderili boyaları onun eseri :)

küçük annekuştan büyük annekuşa not: annem, aklımdasın, seni seviyorum...

11 Şubat 2010 Perşembe

e anne hani ben hani ben demez mi sonra?

sebepsiz bir uykusuzluk dadandı bu aralar, aldığım vitaminlerden mi çözemedim ama geceleri uyku yok...
evde yapacak az işim varmış gibi kendime iş yaratır oldum, perdeleri indirdim, yıkadım, ütüledim,
hepsini değil tabi ama kalanlarla pis pis bakışıyoruz, kendimi Desperate Housewives' taki Lynette gibi hissediyorum.
aklımda bir dolu yeni fikir var, minik adamla ilgili, sevgilim ile ilgili, evimle ilgili.
yazarken fark ettim bak kendimi yine rafa kaldırmışım bu aralar, hayırlısı bakalım inince bir haber ederim...
.
anne yine kaptırmış kendinden bahsediyo dimi, neyse 5 cümlede toparladım ama durumu ;)
minik adama gelince, pirinçleriyle başımız dertte son zamanlarda, öğün atlamalar başladı.
üst damakta her iki taraftaki birinci azıları ve köpek dişleri geçen aylarda çıktı, aslında ayına göre biraz erken bile çıktı denebilir.
alt damakta ise birinci azılar tamam ama köpek dişleri henüz çıkmadı, biran önce gelsede şişliği inip acısı dinse.
atladığı öğünler dışında bir de dişten sebep ara ara tahriş olan poposu ve ağrayan kulağı da huzursuzluk sebebi...
şu iki minik pirinç tanesi çıksın, ara ara sızlayan 20 yaş dişimi çektirmiş kadar mutlu olucam.

incir kabuğunu doldurmuyor misali minik adamı durdurmuyor bu tür engeller.
yine bol bol oyunlar oynadık geçen hafta, onlardan biri de makarna ayırmaca...
ee mısır, fasülye, nohut ayıkladı, makarnayı da seviyor madem birazda onu ayıklasın dimi? ;)
oyun örtüsünü serdikten sonra koşa koşa oturdu üstüne, başladı makarnaları avuçlamaya,
iki farklı kaseye koyacağını anlatmaya çalıştım ama O ayırmaktansa bir çeşiti toplayıp kaseye koymayı tercih etti.
sonrasında kaseler arası makarna taşımacılığı, en sonunda da makarnaları kıtır kıtır mideye indirmeye başladı:)

.
sonunda cuma günü de geldi, mini mini sürprizler hazırlıyorum sahiplerini mutlu edeceğini umduğum.
hava muhalefetine yakalanmazsak keyifli planlarım da var, sevgilimle, bakalım, anlatırım, umutluyum ;)
şimdiden sevgililer gününüz kutlu olsun canlar, tadını çıkarın, cupitler sizinle olsun...

10 Şubat 2010 Çarşamba

2f in 1...

The Twilight Saga, New Moon...
Serinin bütün kitaplarını hızımı alamayıp 1 ayda okuduktan sonra filmlerini izlememek olmazdı tabi. Ama minik adamdan bir türlü fırsat bulupta sinemaya gidemediğimiz için ev konforuyla izledim- sonunda-. Bazı özel efektli filmler hariç evde film seyretmeyi seviyorum ben ya, istediğin zaman durdur, başlat, mısırı bol yap ki bitti kavgası olmasın, beğenmedin çıkar başkasını koy, rahat oluyo. Tek kötü yanı filmleri sinema ile aynı zamanda izleyemiyosun o kadar.

Filmden bahsedelim biraz, her kitaptan sinema uyarlaması gibi yavan tabi. Konuyu az biliyorsanız yada ilk filmi kaçırdıysanız aradaki geçişlerde biraz buda nerden çıktı olabilir ancak yine de ikinci filmi çok rahat izlenebilir. Filmde oyuncularda daha bir rollerine adapte olmuşlar sanki, belki de alıştım artık. Ancak gözümü en çok rahatsız eden nokta Edward' ın -esas oğlan- gün be gün artan beyazlığızdı, nerdeyse albino kıvamına gelmiş.

Serinin tüm kitaplarını okudum dedim ya sonunu bildiğim için içim rahat izledim, sürpriz yapabilecekleri malzeme yok çünkü ellerinde. Gerçi son kitabı nasıl sinemeya uyarlayacakları, ikiye bölüp bölmeyecekleri, bak bu beni şaşırtabilir işte. Neyse, patlamış mısırın yanına çerezlik bir film, bilginize...

Richard Curtis' ten müthiş eğlenceli, acayip keyifli, bol müzikli harika bir film The Boat That Rocked...

Soğuk bir perşembe akşamı, minik adam şok edici bir saatte uyumaya karar verince ilk şaşırma dalgasını üzerimizden atıp izlenmeyi bekleyen bir dolu film içerisinde seçtiğimiz filmden alakasız bir şekilde 60ların müzikleri çalmaya başlayınca dedik süper! Ne uzuun bir cümle olmuş yahu;)

60lı yıllar İngiltere' sinde radyoculuk sadece hükümetin tekelindedir ve bu durum korsan radyoların doğmasına sebep olmuştur. Ülkenin yarısının gizli gizli dinlediği Rock Radio bir gemiden yayın yapan korsan radyodur ve süper kadrosuyla -Bill Nighy, Philip Seymour Hoffman ve azıcıkta görünse Emma Thompson ve Talulah Riley ile- 7/24 yayındadır. Carl, okuldan atıldıktan sonra annesi tarafından gemiye gönderilir ve hayatı çok keyifli gidiyordur, aşık olmuştur ama hükümet korsan radyolara karşı savaş açınca işler değişir.

Filmin eğlenceli konusunun ve çokiyi oyuncu kadrosunun yanında birde müzikleri var. Sağolsun Luna' dan kaçmamış, indirmiş bizde nasiplendik hemen. Dinlerken sürekli koltuktan fırlayıp dans etmek istiyorum. Müzik zevkinize uygun geldiyse kesinlikle kaçırmayın derim...

9 Şubat 2010 Salı

Lunakız' ın doğum günüsü...


iyi doğdun, kocaman kız oldun...
geldim seni buldum, zorla kendime arkadaş yaptım:)))

what is your name?

Gökçekız, öğretmenliğe ilk başladığım dönemdeki Nilo' yu hatırlatıyor bana, gerçi benden geçti artık ama O'nu gördükçe çok mutlu oluyorum. Öğretmeye olan isteği, çalışkanlığı, öğretmenliğe olan sevgisi ile yılların öğretmenlerine taş çıkarır...

Gökçekız, geçtiğimiz aylarda British Side' ın CELTA (Certificate in English Language Teaching to Adults) programından B dereceyle -bonuslu yani- mezun oldu. Bu uluslararası belge sayesinde dünyanın her yerinde İngilizce öğretmenliği yapabiliyorsunuz. Eğitimin asıl merkezi Cambridge üniversitesi ve mezuniyet belgeleri Cambridge üniversitesinin hocaları tarafından onaylandıktan sonra veriliyor.

2,5 ay boyunca aldığı yoğun eğitim %90 öğrenci odaklı modern eğitim tekniklerine dayanıyor. Bu yöntem sayesinde bol bol pratik yapma fırsatı bulan öğrenciler aynı zamanda korkularınıda yenerek eğlenceli bir eğitim almış oluyorlar. Ayrıca derslerde öğrenciler tahtada yazılanı deftere geçirmek yerine bol bol materyal kullanarak bu materyaller sayesinde dili etkin bir şekilde kullanma fırsatınıda yakalıyorlar. Konuşma derslerinin yanında Kpds, Öss, Üds, Yds kurslarına da hazırlık dersi alabiliyorlar.
Acaba Celta' da neymiş daha detaylı bilgi alayım derseniz Gökçekız'ın bu ve bu yazısına göz atabilirsiniz. Sevdim ben bu işi, hem öğretmende gayet iyi, ders fiyatları nasıl acaba diyorsanız buraya bir bakabilirsiniz...

7 Şubat 2010 Pazar

bunlarda el mi yahu??

aldığım vitaminler ve ilaçlar işe yaramaya başladı sanıyorum, en azından nefes alıp vermek artık eziyet değil.
kafamın içindeki inşaat düne göre daha sakin ilerliyo gibi ayrıca burnum da daha az sümüklü...
demliğe bir parça ıhlamur attım şimdi, kuşburnu, ayva yaprağı, biraz tarçın ve elma kabuğu
hepsi kardeş kardeş demleniyolar, mutfaktan mis gibi kokuları geliyor...
minik adam yatağında, bir eli köpeği Bobo' ya diğer eli battaniyesine sarılmış, mışıl mışıl uyuyor...
.
evde dinlenmek çok iyi geldi, minik adamla hasret giderdik sanki.
özlemişim başbaşa, koşuşturmacadan uzak, sımsıcak ana-oğul geçirdiğimiz haftasonlarını...
oyunlar oynadık, kitap okuduk, resimlerine baktık bolbol, saklambaç oynadık yine.
bazen öyle olur olmadık şeyler yapıyor ki ağzım açık kalıyor gerçekten...
acayip oyuncu oldu, "istediğini yaptırma" dalında yakında oscara aday göstericez, konuşma kısmı az o da tam olsa yandık.
evet hayır demeye başlamadı, kafa sallamayarak hallediyor işini, emme basma tulumba misali.
.
ama en çok ellerini seviyorum, tombul avuç içlerine bağlı minik şişman çubuk parmaklarını.
bu minicik ellerle nasılda her işi beceriyor, o parmaklar cımbız misali nasılda herşeyi tutuyor,
onlarla kedileri çağırıyor, sürekli bişeyler gösteriyor, neresi acırsa acısın önce onları öptürüyor...

5 Şubat 2010 Cuma

üşüyorum...

ağrıyan bir başım, durmadan, musluk gibi akan kıpkırmızı bir burnum var...
şakaklarım zonkluyor, ikinci raunda pek bir hazırlıksız yakalandım...
evde olmak lazım şimdi, bol limonlu ıhlamur içmek, sıcak battaniyelerin altına kıvrılmak lazım...
bu haftasonu evde hatta çoğunlukla yatakta geçecek gibi görünüyor...
neyseki çok üzülmedim, geçen haftadan sonra anca dinlenir bu hastalıklı bünye...
tek özlemim maskenin ardından minik adama hissedeceğim özlem olur...
.
bizim yerimizede gezin olur mu, iyi haftasonları hadi kalın sağlıcakla...

görsel:burdan

4 Şubat 2010 Perşembe

altısı bir yerde...


pazar günümüzün büyük bir kısmını bu minikler ve anneleri ile beraber geçirdik.
soldan sağa sıralarsam kahküllü saçları ile bana kendi çoçukluğumu hatırlatan güzel gözlü Zeynep,
henüz yürümeye başlamamasına rağmen diğerlerine taş çıkartan ve hiçbir yaramazlıktan geri kalmayan tombul kuş Ömer,
tatlı sarışın, homurdanma ve gürültü makinası, gıdıklı bıdık Efe,
ev sahibimizin hala süt kuzusu, basma elbiseli çingene kızı Derin,
son derece sevimli elbisesi ve ayağından bir saniye çıkarmadığı trendy ayakkabıları ile Eylül,
ve içeri girdiği anden itibaren perdeleri oyun yeri belirleyip, diğer zamanlarda masadan inmeyen minik adam...



oyun grubumuzun bu ayki buluşmasında ev sahibemiz minik Derin ve annesi Elif'ti.
bu toplantıyı da bir eksikle ile -elma yanak Eylül- gerçekleştirdik ama bir sonrakine tam olmayı umuyoruz.
sadece 1 ay geçmiş olmasına rağmen geçen buluşmamızdan bu yana hepsi çok büyümüşler sanki.
birlikte çok daha uyumlu, daha paylaşımcı ve kavgasız oynayarak beni baya şaşıttılar.
sonuçta bende de muhtemelen her tek çocuk annesinde olduğu gibi içten içe paylaşım sorunu korkusu var.
ki Zeynep ve Ömer hariç -onlar kardeşler- kalan tüm bebişler tek çocuk olmasına rağmen gayet iyiydi.
kıskançlık için daha erken biliyorum ama keşke hiç başlamasa ne güzel olur dimi?
Ömer ve ablası Zeynep aslında bizim hasta olup kaçırdığımız ilk oyun grubu buluşmamıza katılmışlardı.
bu toplantımız onları -Ömer 10 aylık ve Zeynep 3 yaşında- ilk görüşümüz oldu ve tek kelime ile bayıldık;)
söz dinleyen hanım kızımız Zeynep, henüz küçük olmasına rağmen ablalılığı baya baya kapmıştı.
Ömer ise henüz yürümeye başlamamasına rağmen emekleyerek hiçbir oyundan, yaramazlıktan geri kalmadı.
fotoğraflardan da görüleceği üzere günün en popüler oyuncağı Playskool yaramaz toplar oldu.
minik adam önce borunun içindeki topları almak için uğraştı, kızdı ama öğrenince de başından ayrılmadı.
.
40 kere masadan kalkmamıza rağmen sohbetimizide ettik, çayımızıda içtik, gülüp eğlendikte.
bol bol konuştuk, anlattık, dinledik, dertleştik, abarttık Türk kahvesi içip fal bile baktık!
kıslar, iyi ki varsınız yahu, bu toplantılar yorucu olsada çook keyifli, arayı açmayalım pls;)